Top Social

Image Slider

Atatürk'ün büyük sırrı: Abdurrahim Tunçak, Adıtürk'ün Fikriye'den doğma öz oğlu mu? | Akademi Dergisi

Abdürrahim Tuncak, akademi dergisi, gerçek yüzü, gizlenen gerçekler, Latife hanım, Mehmet Fahri Sertkaya, mustafa kemal atatürk, sabetayistler, uşşakizadeler, Yakın Tarih,



Abdürrahim Tuncak, yoksa Atatürk’ün Fikriye Hanım’dan doğma oğlu mu?



Teyzem Latife kitabındaki müthiş iddia:

Size Latife Hanım’ın kardeşi, Vecihe Hanım’ın torunu Sadık Öke’nin, Fatih Bayhan’la birlikte hazırladığı “Teyzem Latife” kitabından bahsetmiştim.

Kitabı okudukça sevdim, Sadık Öke’nin Latife Hanım’ı anlatırken kullandığı dilin samimiyeti hoşuma gitti.

Çünkü ben de Latife Hanım’ı Atatürk’süz anlatmanın mümkün olmayacağına inananlardanım.

Gerçekten bağımsız bir devlet miyiz? 1949'dan beri eğitim müfredatımızı bile ABD hazırlıyor. (Fulbright Eğitim Komisyonu) | Akademi Dergisi

adnan öksüz, akademi dergisi, fulbright eğitim komisyonu, içimizdeki israil, ismet inönü, Mehmet Fahri Sertkaya, mustafa kemal atatürk, recep tayyip erdoğan,

'27 Aralık 1949 tarihinde, yani İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanlığı döneminde,

Türk çocuklarının eğitimi resmen Amerikalılara teslim edildi.

ABD ile imzalanan ikili anlaşma gereği, sekiz kişiden oluşan bir Eğitim Komisyonu kuruldu.

Bu komisyonun adı Fulbright Eğitim Komisyonu idi.

Sekiz üyeden dördü Amerikalı, dördü de Türk'tü.

Bu Komisyonun görevi, Türk çocuklarının ilk, orta ve lisede okuyacağı derslerin müfredatını yani programlarını belirlemekti. Gençler bir ulusun geleceği demek değil midir? Türk ulusunun geleceği olan gençlerin eğitimi, yarısı Amerikalılardan oluşan bir komisyona bırakılıyordu.

Bu kadarla kalsa neyse, komisyon herhangi bir konuda karar verirken oylar 4 evet, 4 hayır çıkarsa ne olacaktı? Çözüme bakınız; O tarihte Ankara'da bulunan Amerikan Büyükelçisinin vereceği oy, belirleyici olacaktı.

Çok açık değil mi, Türk gençlerinin ne tür bir eğitimden geçeceği, derslerde hangi konuları ne tür boyutlarda öğreneceği, Amerikalılara bırakılmıştı. Bu tür bir uygulamayı, ancak sömürge ülkelerinde görebilirsiniz.

Daha acısını söyleyeyim;

O tarihten günümüze kadar olan süreçte kurulan Atatürkçü hükümetlerin hiçbirisi, bu anlaşmayı ortadan kaldırmayı düşünmedi.

27 Mayıs 1960 İhtilalini yapanlar, kendilerini 'devrimci' olarak niteleyenler, Fulbright Eğitim Komisyonu'nu ortadan kaldırmadılar!

Atatürkçü ve halkçı olarak bilinen Bülent Ecevit, beş kez Başbakan oldu, beş kez Hükümet kurdu. Neden Fulbright Eğitim Komisyonu'nun sonunu getirmedi?

Her yıl Köy Enstitüleri'nin kuruluş gününü yaşlı gözlerle anıp ağlaşacaklarına, 'Türk çocuklarının eğitimi Amerikalılara teslim edilemez' diye neden ayaklanmadılar?

27 Aralık 1949 tarihinde kurulmuş olan Fulbright Eğitim Komisyonu, 63 yıldır aralıksız yürürlükte kalmıştır.'

Komisyondaki isimlere dikkat!

'Bakın size, 2012 yılında Fulbright Eğitim Komisyonu'nun kimlerden oluştuğunu sayayım:

* John Tomas Maccarthy (Başkan), ING Bank Türkiye Müdürü,

* Scott F. Kilner, ABD İstanbul Başkonsolosu,

* Mark A. Wentworth, ABD Büyükelçiliği Basın ve Halkla İlişkiler Müsteşarı,

* Kaya Arıkoğlu, Mimar ve Şehir Tasarımcısı, Arıkoğlu Arkitekt Ltd. Şirketi, Adana,

* Prof. Dr. Ahmet Ademoğlu, İstanbul Şehir Üniversitesi Rektörü,

* Engin Soner, Dışişleri Bakanlığı İkili Kültürel İlişkiler Genel Müdür Yardımcısı,

* Doç. Dr. Ömer Açıkgöz, Milli Eğitim Bakanlığı, Mesleki ve Teknik Eğitim Genel Müdürü,

* Prof. Dr. Ekrem Tatoğlu, İstanbul Bahçeşehir Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Dikkat etmişsinizdir. Sekiz kişilik Fulbright Eğitim Komisyonu'nun 4 üyesinin Amerikalı, 4 üyesinin de Türk olması gerekirken, 2012 Komisyonunda sadece 3 Amerikalı bulunmaktadır. Yani dengeler değişmiş midir? Hayır. Komisyonun Türk üyelerinin tamamı Amerikanın has hizmetkârları olduğundan, artık Amerikalılar için üye sayısının 4'e 4 olması gerekirken 3'e 5 olması hiçbir önem taşımamaktadır.

Son 60 yılın yüksek Komutanları da Fulbright Eğitim Komisyonu'na karşı tavır almamışlardır.'

Bu satırlar Yılmaz Dikbaş'ın Enki Yayınları'ndan yeni çıkan 'Atatürkçüler Yenildi' isimli kitabından...

Şöyle bir soru akla gelebilir; 1946'dan günümüze milli ve manevi hassasiyetleri olan Hükümetler de kuruldu; örneğin 1980 öncesi MC Hükümetleri ve antidemokratik 28 Şubat süreci ile alaşağı edilen Refahyol Hükümeti gibi... Bu Hükümetler döneminde Fulbright Eğitim Komisyonu'na neden son verilmedi? Gerek MC Hükümetleri döneminde gerekse merhum Erbakan'ın Başbakanlığını yaptığı Refahyol Hükümetinde Milli Eğitim Bakanlığı diğer partilerin milletvekillerinden oluşuyordu.

Adnan Öksüz

*****
Bir skandal komisyon daha!

27 Aralık 1949 tarihi, Türk Milli Eğitim tarihinde bir dönüm noktasıdır.

Bu tarihte, ABD ile yapılan eğitim ile ilgili anlaşma, Fulbright Eğitim Komisyonu Türk çocuklarının geleceğinin Amerikalıların ellerine nasıl da teslim edildiğini gösteren en önemli belgelerden birisidir. Bu anlaşma ile Türk eğitim sistemi neredeyse tamamıyla ABD'lilerin insafına ve inisiyatifine bırakıldı.

Geçtiğimiz hafta bu komisyonun ayrıntılarını yazdım.

Komisyon üyelerinin isimlerini tek tek sıraladım.

Ama yetkililerden tık yok.

Birisi de çıksın desin ki, "Arkadaş yok böyle bir şey. Nereden uyduruyorsun, nereden çıkarıyorsun bunları? "

Hadi o birilerini geçtim, Türkiye'de milli eğitimden sorumlu bir bakanlık var sanıyorum.

Böylesine iddialı bir konuda bir yetkili, bir sorumlu da çıksın desin ki, "Türk Milli Eğitim sistemini bu millet belirler. Dışardan müdahale edilmesine izin vermeyiz. Milli Eğitim sistemini de, müfredatı da biz belirliyoruz.."

Üstüne üstlük bu komisyon üyelerinin arasında Milli Eğitim Bakanlığı üst düzey bürokratı da var. İsim geçiyor.

Buna rağmen bir tepki yok.

Bu iddiayı 'Atatürkçüler Yenildi' isimli kitabında dile getiren yazar Yılmaz Dikbaş, Fulbright Eğitim Komisyonu hakkında başka ayrıntılar da veriyor.

Örneğin sözü edilen anlaşmanın birinci maddesi şöyle:

➥ "Türkiye'de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu adı altında bir komisyon kurulacaktır. Bu komisyon, niteliği bu anlaşmayla belirlenen ve parası Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti tarafından finanse edilecek olan eğitim programlarının yönetimini kolaylaştıracak ve Türkiye Cumhuriyeti ile Amerika Birleşik Devletleri tarafından tanınacaktır."

Fulbright Eğitim Komisyonu'nun en kritik maddelerinden biri de kuşkusuz 5. maddesi.
Ne var peki Fulbright Eğitim Komisyonu'nun 5. maddesinde?
Okuyalım;

➥ "Türkiye'deki Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu, dördü T.C. vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden oluşacaktır. ABD'nin Türkiye'deki misyon şefi, komisyonun fahri başkanı olacak ve komisyonda oyların eşit olması halinde kararı komisyon başkanı verecektir."

Anlaşmanın bu maddesi yetkilerin kime devredildiğinin en açık göstergelerinden birisiydi.
Bir başka ayrıntı daha vermek istiyorum
.
Bu ayrıntı da en az Fulbright Eğitim Komisyonu kadar önem arzediyor.

Milli Eğitim Bakanlığı personel politikalarından ders programlarına, çeşitli lise, yüksekokul ve enstitülerin açılmasına kadar pek çok konuda stratejik kararlar önerebilen 'Milli Eğitimi Geliştirme Komisyonu'.

Nedir bu Komisyon?

1994 yılında 60 personeli olan bu komisyonda çalışanların üçte ikisi Amerikalıydı...
Yılmaz Dikbaş'ın verdiği bilgiye göre Komisyonun başında L. Cook adlı bir Amerikalı bulunuyordu.

Amerikalı L. Cook'tan ayrı olarak adı Howard Reed, ünvanı 'Milli Eğitim bakanlığı Bağımsız Başdanışman' olan, bir başka etkin Amerikalı daha vardı.

Tüm bu bilgilerin hiç mi önemi yok gerçekten?

Yıllardır benim de gazeteci olarak görev yaptığım, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde bir aklı başında milletvekili kalkıp da bu ciddi iddiaları ve tespitleri neden Milli Eğitim Bakanı Ömer 

Dinçer'e sormaz!

Parlamenterlerin bir görevi de 'denetim' değil mi?

Ama, hani nerede?

Ya da neredeler?

Değer mi hiç?

Ankara'dan tanıdığım değerli bir televizyon programcısı dostum, yanındaki daimi iki konukla verip veriştiriyor.

Kime mi?

Programları aleyhinde yazı yazan bir köşe yazarına..

Programın önemli bir bölümünü bu yazara cevap yetiştirmekle harcadı dostum!

Üstüne üstlük sadece cevap vermekle kalmadı, dakikalar süren ve bu yazarın muhtelif dönemlerde kaleme aldığı yazılardan oluşan bir de VTR hazırlatmış;

Şak şak şak, işte şu tarihte şu ahlaksız yazıyı kaleme aldı, bu tarihte bu yazıyı...

Hızını alamamış olacak ki, şu cümleyi de bu yazıların hemen sonuna ekleyerek, "Ahlakımız, bu yazıların devamını buraya yazmaya engel teşkil etmektedir..."

Dinamizmi hayli yüksek, tempolu programda 3 gazeteci de bir noktayı ıskaladı, o köşe yazarı ile ilgili...

Farklı gazetelerde köşe yazarlığı yapan, Genel Yayın Yönetmenliği koltuğunda oturan, 'nehirin kıyısında bekleyen, sosyolog, sakıt bir Genel Yayın Yönetmeninin de sıkı dostu olan bu yazar, vakti zamanında sistem tarafından dışlanan, mağdur olan, üniversitelere alınmayan geniş bir kitle için 'ötekiler' başlığı altında yazılar kaleme almıştı.

O dönem 'büyük' gazetedeki bu yazıları büyük bir sempati ile karşılandı.

Fakat antidemokratik 28 Şubat sürecinde aynı yazar 180 derece dönerek, bu kez 'kudretli'lerin safında yer aldı. Mağdurları bir kenara iterek, 28 Şubat darbecilerinin safında yer tuttu.

O kadar saydırmaya gerek yoktu be dostum!

Bunu söylesen yeterdi.

Ha, bu anlı şanlı yazarın adı mı?

Siz anladınız.

Ayrıca da değmez...

Bunları biliyor musunuz?

* Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı Emin Zararsız'ın "Milli Eğitim Sistemindeki Değişim ve Dönüşüm" konulu bir konferans vereceğini, konferansın 3 Ekim 2012 tarihinde Server Vakfı'nda gerçekleştirileceğini, toplantıda 4 4 4 sisteminin de ağırlıklı olarak gündeme geleceğini, Gazi Mustafa Kemal Bulvarı No:24/8 Demirtepe /Ankara adresindeki konferansın saat 19:00'da başlayacağını,

* Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın bugün partisinin Büyük Kongresini son kez toplayacağını, bundan sonra Genel Başkanlığa aday olmayacağını, biliyor musunuz?

NOT: Bugün 30 Eylül 2012 Pazar... Uyan da balığa gidelim... İktidarın '2012 yılında yeni Anayasa vaadi'ni sıcak tutmak adına... 2012'den 8 ay 30 gün daha eksildi. Yeni sivil anayasanın yazımına başlandı, ilk cümleler ortaya çıktı... Ama bugünlerde 'tık' yok... Takipçi 

Adnan Öksüz

Kurtuluş Savaşını Museviler mi başlattılar? Jak Kamhi doğruları mı anlattı? | Mehmet Fahri Sertkaya

akademi dergisi, atatürk, büyük israil projesi, I. Dünya Savaşı, içimizdeki israil, jak kamhi, kripto yahudiler, Kurtuluş Savaşı, Mehmet Fahri Sertkaya, mustafa kemal atatürk, profilo, sabetayistler,

Kendisi de bir Yahudi olan ve Profilo'nun sahibi olan Jak Kamhi,

➥ "Kurtuluş Savaşını Museviler başlattı. İzmir'de Yunan bayrağını indirip Türk bayrağı çeken Musevilerdi. 1. Dünya savaşında İngiliz İşgaline karşı ilk başkaldıranlar Museviler'di. Atatürk bana bir baktı, bir daha unutamadım o bakışları. O ölünce bizim evde de matem havası vardı." demiş Hürriyet gazetesine de şunları diyememiş:

➥ "Atatürk'de bir Yahudi idi. Onun etrafındaki pek çok kimse de Yahudi idiler. Biz kurtuluş savaşı falan kazanmadık. İngiltere'ye de karşı durmadık. Bu bir planın parçasıydı. İngiltere'de hakim Yahudiler ile de anlaştık ve bu toprakların Yahudi Cenneti ayarında ilan edilecek yeni bir Cumhuriyet ile bize bırakılmasına karar verdik. İngilizler bu nedenle savaşmadan geri çekildiler. Bu süreçte pek çok sanal kahraman ürettik. Ordunun adını bile Türk Silahlı Kuvvetleri koyduk. Merkez bankasını çok uluslu ve çok ortaklı bir anonim şirket yaptık. Bu süreçte Sabetayist Yahudilerden çok faydalandık. Cumhuriyetin ilanının hemen ardından Selanik'ten Türk diye hep Sabetaycı Yahudileri getirdik. Yeni göçmüş olmalarına rağmen onları bir anda ülkenin en zenginleri, toprak zenginleri, iş verenleri, sanatkarları, ünlüleri yaptık. Ankara'nın başkent ilan edileceğini Yahudi kardeşlerimize haber verip dağını taşını satın aldırdık. Sonra bir anda gayr-i menkul zengini oluverdiler. Çok ince hesapladık çok...

Planlarımızı büyük bir gizlilik ve başarı ile uyguladık. Ne kadar hayatta kalmış Türk ve Müslüman fikir adamı ve beyin takımı varsa onları da sudan bahanelerle astık. Hiç olmadı kovaladık. İstiklal mahkemelerinin hakimlerinin de çoğu gizli Yahudi idi. Önce asıp sonra yargıladılar. İnkılaplar çok önceden belirlediğimiz bir planın parçasıydı. İngiliz ajanı Ali Suavi ile ve Ziya Gökalp ile çoktan inkılapların temelini oluşturduk. Mustafa Kemal'e nasipmiş. Ondan önce çok kişi çabaladı ama o bu oyunu çok iyi oynadı. Bütün başarının onun zaferiymiş gibi görülmesi de sonraki süreçte sıkıntılara sebep oldu. Olsun bunları da aştık. Muhalif Yahudileri İzmir Suikasti bahanesi ile astık. Zaten 1943'te Varlık vergisini çıkarılmasını da biz planladık. Yahudilerin çoğunu ilan edilecek İsrail'e kovaladık. Biz büyük işler başardık.

En son döneminde bile aynı anda üç imparatorluk ile savaşıp mağlup edebilmiş bir Osmanlı'yı içinden devirmeyi başardık. Ancak bu şekilde yaklaşık iki bin yıl sonra İsrail'i yeniden kurabildik. Şimdi hedefimizdeki Büyük İsrail'i kurmaya da çok yaklaştık. AKP'yi bu yüzden finanse ettik ve önündeki engelleri kaldırdık. Onlara karşı maddi gücümüzü ve basın gücümüzü kullanmadık. Hatta destekledik. Zaten AKP içindeki pek çok bakan ve vekil de Musevi kökenliler. Sadece birkaç sene sonra oyunumuzun son raundunu göreceğiz. Büyük İsrail'i de gerçekleştireceğiz."

Cumhuriyetin kurucu kadrosundan tipik bir Sabetayist: Abdülkadir Cami Baykurt | Mehmet Fahri Sertkaya | Akademi Dergisi

abdülkadir cami baykurt, ahmet emin yalman, içimizdeki israil, kripto yahudiler, mustafa kemal atatürk, nazım hikmet, sabetayistler, sabiha sertel, siyonizm, akademi dergisi, Mehmet Fahri Sertkaya,


Sabetayist M. Kamal Adıtürk'ün yakın ekibindendi.


O da Sabetayistti. Soy ismi aslında Bay-Kut idi.. Ama böyle bir kelimeye yabancı olan milletimizin arasında o hep Baykurt olarak anıldı.

Sabetayistler tarafından hile ve silah zoru ile, İngiltere ve Siyonizm işbirliği ile kurulup ilan edilen Cumhuriyetin ilk İçişleri bakanı sayılabilir kendisi... Daha sonra, kendi gibi çift kimlikli olan pek çok Sabetayistte görüldüğü üzere o da Sabetayist Yahudi M. Kamal ile ters düştü. TBMM temsilcisi olarak Roma'ya gönderilerek uzaklaştırıldı. Buna çok içerlendi ve bir daha geri dönmedi. Dönmeyince istifa etmiş kabul edildi.

M. Kamal Atatürk'ün ölümüne kadar yurda dönemedi. O öldükten sonra hiç beklemeden yurda geri döndü. Çeşitli gazete ve dergilerde yazarlık yapmaya başladı. Bunlardan biri de yine Sabetayist Zekeriya ve Sabiha Sertel'lerin çıkarttığı Tan Gazetesi idi. Tan Gazetesi Türkiye'de Komünizmin ve Sol'un yayılmasında çok büyük paya sahipti. Zaten Türkiye'ye Komünizmi tam anlamıyla kripto Yahudiler getirmişlerdi. Nazım Hikmet Ran da bir kripto Yahudiydi. O da Kamal Atatürk ile hiç anlaşamamanın sıkıntılarını çekti...

Vatan gazetesinin sahibi ve baş yazarı olan, daha sonra Hüseyin Üzmez tarafından Sabetaycı Yahudi Adnan Menderes'in hemen yakınında iken Malatya'da vurulan Ahmet Emin Yalman da Yakubi kolundan bir Sabetayistti. Kapani kolundan olan Kamal Adıtürk ile hiç mi hiç geçinemedi. Çok mücadele etti. Çok çekişti onunla...

Sabetayisler hiçbir zaman gerçekten Müslüman olmadıklarından ve damarlarındaki kana kadar İslam ve Türk düşmanı oldukları halde Türk ve Müslüman göründüklerinden, bu Sabetayist Baykut da Türklere ve Müslümanlara yeni yeni darbeler vurabilmek için "Sosyalist İslam" ayarı tutturdu kendi kafasından ve çok çeşitli pusular kurdu Müslümanlara...

Osmanlı'nın son zamanında, ecnebi kökenli, tahsilli ve muhalif gençleri tam bir mason kulübü gibi olan İttihat ve Terakki (Birlik ve kalkınma) partisi altında örgütlemişti bu Baykut... Davasına çok gayretliydi... Bizi içimizden vuranların önde gelen neferlerinden biriydi. İzleyin ve tanıyın onu ki sonra çorap söküğü misali bu bin bir surat mahlukların hepsini tanır olacaksınız..

(Videoda ismi geçen solculardan Bülent-Rahşan çifti de Sabetaycıdır. Rahşan'ın aile içindeki gerçek adı Raşel'dir.

Yine videoda ismi geçen Fevzi Çakmak kripto Yahudidir. Sabetayist Adıtürk'e 20 küsur sene sorunsuz Genel Kurmay Başkanlığı yapmıştır. Sayısız zulmün, cinayetin ve katliamın baş sorumluları arasındadır. Gıyabında da olsa yargılanmalı, rütbeleri sökülmelidir. Karısı daha sağlığında iken evini Yahudi cemaatine, Sinagog yapılması için bağışlamıştır. Fevzi Çakmak öldüğünde, Küçük Hüseyin Efendi diye anılan ve Müslüman tanınan gizli Yahudi şeyhinin mezarının yanına defin edilmesini vasiyet etmiştir ve oraya defin edilmiştir. Uzun yıllar sonra, 'Türkiye'nin baronu' denilen Yahudi ve 33 dereceli mason ve FETÖ projesinin de baş mimarlarından olan Üzeyir Garih, Müslüman kabristanında bulunan ve sık sık ziyaret ettiği bu iki mezarın arasında, gözleri oyulmuş, diz kapaklarına kesik atılmış, Masonik ritüellerle infaz edilmiş olarak bulunacaktır. Kripto Yahudi Alparlan Türkeş'ten, sanatçı Çelik'in annesine kadar, meşhur yüzlerce kişinin bu Küçük Hüseyin Efendi denilen bu gizli Yahudi ile bağlantısı vardır.

Videoda ismi geçen Tevfik Rüştü Aras da Sabetayist bir kripto Yahudiydi. 1925'te Dış işleri bakanı olmuş ve Sabetayist Kamal'ın vefatına kadar o makamdan hiç inmemiştir. Sabetayist Yahudi, büyük Türk ve İslam düşmanı Adnan Menderes'in haince planlarına çok büyük hizmet etmiştir. Masonların Siyonistlerin ve İçimizdeki İsrail'in, günümüzdeki AKPKK projesi gibi o zamanki haince projelerinden biri olan Demokrat partinin kuruluşunu sağlayanlar arasındadır. Kızını, kendisi gibi Sabetaycı olan ve İslamcıların -Müslümanların değil İslamcıların- kahramanlaştırdığı Fatin Rüştü Zorlu'ya vermişti. Gıyabında da olsa vatana ihanet, zulüm, cinayet hatta katliam suçları kapsamında yargılanması gerekenlerden.) 



Atatürk şeriatı övdü, dini kullandı | Akademi Dergisi

Adnan Menderes, antiemperyalizm, Ermeni Sorunu, Hilafet Meselesi, kazım karabekir, kemalizm, liberalizm, mustafa kemal atatürk, neşe düzel, akademi dergisi, Mehmet Fahri Sertkaya,

“Atatürk dini, Milli Mücadele yıllarında siyaseten kullandı.


➥ “Kanun-i Esasi’miz Kur’an’dır... Allah’ın emirlerine uymadığımız için geri kaldık” dedi.”

➥ “Meclis’i öyle bir İslâmi gösterişle açtı ki, Atatürk’e göre çok muhafazakâr olan Karabekir “bu kadarı fazla” dedi. Bunu, ahaliyi kazanmak için yaptı.”

➥ “Milli Mücadele’den sonra ise laiklik yolunda ilerledi. “Biz gökten indiği zannedilen kitaplara göre değil, hayatın gerçeğine göre politika yapıyoruz” dedi.” 

* * * 
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 

Taha Akyol’la söyleşimizi üçüncü bölümüyle bitiriyoruz. Dün bizim hatamız yüzünden Kazım Karabekir ‘mareşal’ olarak yazıldı. Taha Akyol’dan ve okurlardan özür diliyoruz.

* * *
NEŞE DÜZEL: Atatürk hilafete de son verdi. Hilafetin kaldırılması nasıl tepkilere yol açtı? 

TAHA AKYOL: Hilafetin 1924’te kaldırılmasına en önemli tepki Şeyh Sait İsyanı’dır. Sünnilikte devlete, sultana isyan etme geleneği yoktur. Bu yüzden Mustafa Kemal gibi ülkeyi kurtaran bir başkomutana, laik otoriteye Anadolu’da isyan olmadı. Ama hilafet kalkınca Şeyh Sait İsyanı oldu.

Atatürk’ün dinle ilişkisi nasıldı? 

Baştan beri emsaline göre din anlayışı daha mesafelidir ama dinin toplumsal ve siyasi açıdan öneminin de farkındadır. Atatürk dini siyaseten kullanmayı çok iyi başardı. Atatürk’ün şeriatı öven sözleri vardır. Mesela “Bizim kanun-i esasimiz (anayasamız) Kur’an-ı Kerim’dir” dedi. “Allahın emirlerine uymadığımız için geri kaldık” da dedi. Ayrıca, “Hz. Muhammed’in yüce şeriatı” diye yaptığı konuşmalar var. “Cenab-ı Hak insanları yaratırken” diye bir konuşması var. Bu konuşmalar hep Milli Mücadele sırasında oldu. Atatürk, “antiemperyalizm” sözlerini de hep Milli Mücadele sırasında söyledi.

Milli Mücadele’den sonra nasıl değişti? 

Milli Mücadele’den sonra ise laiklik yolunda ilerledi. Zaten “anayasamız Kur’an’dır” diyerek laiklik olur mu? Olmaz. O zaman da, “Biz gökten indiği zannedilen kitaplara göre değil, hayatın gerçeklerine göre politika yapıyoruz” dedi. 1937’de Meclis’i açış konuşmasında, “tabiat insanı yarattı” dedi. Ama şu var! Atatürk’ün orada öyle, burada böyle söyleyen biri gibi görünmesi beni rahatsız eder. Çünkü onu böyle ele almak, bizi bilimsel tarih analizinden uzaklaştırır. Biz, dönemlerin nasıl değiştiğini ve bu değişimleri Mustafa Kemal’in nasıl etkilediğini ve kendisinin de yaşanan değişimlerden nasıl etkilendiğini incelemeliyiz. Mesela Atatürk Libya’da savaşırken imparatorluk için savaşıyordu. O dönemde Padişah Vahdettin’e “ayağınızın tozuna yüz sürmeye hasretim” gibi Anadolu’dan gönderdiği telgraflar vardır.

Padişaha mı yazıyor? 

Tarihçi Sina Akşin, “Bunu yazan M. Kemal olmasa, neredeyse ‘bende’ üslubuyla yazılmış diyeceğim” diyor. Ama M. Kemal o dönemde de saltanata karşıdır. Benim, onun ‘kurmay’ tarafı dediğim de budur zaten. O günün şartlarının taktiğini uyguluyor o. 

Mesela arkasından da Lozan’da İngilizlere karşı İslâm’ı kullanıyor. Ayrıca İngilizleri yumuşatmak için “Avrupalı Türkiye” tanımına da başvuruyor. “Avrupa’nın hududu Türkiye’nin doğusunda biter” diye konuşmalar yapıyor. Avrupa’da faşizm güçlenmeye başlayınca da İngilizlerle müthiş bir ittifak çalışması yapıyor. sol Kemalistler, Atatürk’ün 1930’larda İngiltere ile ittifak yapmak için nasıl canla başla uğraştığından hiç bahsetmiyorlar, İsmet Paşa’yı suçluyorlar.

Niye? 

Bu, ideolojik davranmaktır. Sol Kemalistler, “Atatürk hiçbir emperyalist devletle ittifak yapmadı. Saat dokuzu beş geçe emperyalizm Türkiye’ye girdi. Çünkü, İnönü geldi” diyorlar. Oysa Atatürk İngiltere’yle ittifak yapıyordu, ömrü yetmedi. 1939’da İnönü ittifakı imzaladı. Zaten biz hep 1920’lerden bahsediyoruz. 1930’lardan hiç bahsetmiyoruz. Bu tarihçilik değildir.

Ama şundan da pek söz etmeyiz. 23 Nisan 1920’de Meclis’i dualarla açtığı anlatılır. Atatürk niye yaptı bunu?

Meclis’i öyle bir İslâmi gösterişle açtı ki... Atatürk’e göre çok muhafazakâr olan Karabekir bile “bu kadarı fazla” dedi. Mesela Meclis’in 22 nisan perşembe günkü açılışını 23 nisan cumaya aldı. On beş gün önceden telgraflarla Anadolu’ya genelgeler gönderdi.

➥ “Meclis’i cuma günü açacağız, bunun için şu kadar dua okunacak. Şu kadar nafile namazı kılınacak ve bunlar camilerde cemaate ve meydanlarda halka ilan edilecek” dedi.

Meclis’i niye İslâmi gösterilerle açıyor? 

Bu politik bir davranış. İstanbul’da halife var ve Milli Mücadele’nin aleyhine fetva yayınlamış. Mustafa Kemal’in o dönemde bütün ahalinden destek toplayabilmesi için, kendisinin o fetvada anlatıldığı gibi “şeriata ve halifeye karşı çıkan biri” olmadığını, aksine şeriatı ve halifeyi kurtarmaya çalışan biri olduğunu ispat etmesi lazım. Çünkü İstanbul’da yayınlanan fetvalardan ötürü Anadolu’da bazı iç isyanlar çıkıyor. Mustafa Kemal de, “hayır, ben İstanbul’un söylediği gibi laislâmi bir hareket değilim. Aksine ben daha İslâmi bir hareketim” mesajını vermek istiyor. Aradan iki yıl geçiyor ve Sakarya zaferi kazanılıyor. Meclis’te bir müezzin Mustafa Kemal’in gelişi şerefine ezan okumak istiyor. Onu haşlıyor.

➥ “Ezanın yeri burası değil, camidir. Oraya git” diyor. 

Gücü eline geçirince laikliğe doğru yürümeye başlıyor. Çünkü onun kafasındaki esas model Batılılaşmak!

Atatürk’ün din adamlarıyla ilişkisi nasıldı? 

Din adamlarını, hocaları sevmem” diyor ama özellikle Milli Mücadele sırasında İstanbul fetvasına karşı, o da 90 küsur imzayla din adamlarının fetvasını aldı. Böylece Milli Mücadele’yi İslâmi bakımdan meşrulaştırarak halkın desteğini almayı başardı. Din adamlarıyla ittifak zaferden sonra bozulmaya başladı. Zaten Atatürk için laiklik, demokrasiden önce gelir. Milli Mücadele sırasında İstanbul’dan yardım almak ve halkı etrafında toplamak için Abdülhamit’ten daha İslâmi bir politika uyguladı ama... O her zaman Batılı hayat tarzını benimsedi.

Peki, demokrasiyi gözardı etmek Batılı hayat tarzıyla çelişmedi mi? 

Hayır. Çünkü Batılı hayat tarzının içinde mutlaka demokrasi vardır düşüncesi bizim bugünkü düşüncemizdir. O zamanki Batılı hayat tarzı “gardırop devrimi” denen türde bir Batılılaşmaydı. Şapka devrimi, balolar vb... Batılılaşalım derken, alt yapı devrimleri ve ekonomi fazla öncelikli değil. “Fikri hür, vicdanı hür nesiller yetiştirelim ama o nesiller Atatürk’ün sözlerine iman etsinler” inancı var. Unutmayın ki o dönemin Batısı aynı zamanda faşizmin yükseldiği bir Batı’ydı. Dünyada Büyük Buhran’dan sonra liberalizm gözden düşmüştü. CHP’nin altı oku müzakere edilirken, Atatürk, Şükrü Kaya’ya “Şükrü Beyefendi siz iktisadi doktrinler uzmanısınız. Liberalizm ne demek” diye soruyor. Şükrü Kaya, “Liberalizm sömürge ekonomisidir” diye cevap veriyor. Atatürk, “O zaman biz liberal olmayacağız” diyor.

Atatürk liberalizmi Şükrü Kaya’dan mı öğreniyor? 

Liberalizmin ayrıntılarını bilmediği kanaatindeyim. Atatürk’ün okuduğu kitaplar daha çok dil ve tarih meseleleriyle ve ulus oluşturmakla ilgilidir. O’nun aydınlanma kaynağı Fransız jakobenizmidir, Voltaire’dir, Rousseau’dur. İngiliz liberalizmini okuyan ise İsmet Paşa’dır. Size Gagavuz Türklerinin olayını anlatayım. Hamdullah Suphi, “Türkçe konuşan Hıristiyan Gagavuz Türklerini Türkiye’ye alalım” diye rica ediyor. Atatürk kabul etmiyor. Ama Türkçe bilmeyen Boşnakları alıyor. Çünkü, din farkı sosyal entegrasyona engel olabilir diye düşünüyor. Bakın... Laik cumhuriyet, vatandaşını dine göre tanımlamıştır. Azınlık ne demektir? Gayrımüslim demektir. Kürt yok ne demektir? Türk ve Kürt, ikimiz de Müslümanız demektir.

Vatandaşlık tanımını dine göre yapmak laiklik tanımıyla bağdaşır mı? 

Bu, dinin referans olarak alınması değildir. Bu, Müslüman ahalinin ulus-devlet için daha sağlam bir zemin oluşturduğunu düşünmekten kaynaklanan siyasi bir tavırdır. Müslüman ahaliye dayanan bir ulus-devletin daha sağlam olacağını düşündü Atatürk. Gayrımüslim Türkleri yani Gagavuzları almadı, ama Türkçe bilmeyen Boşnakları aldı. Anadolu o sırada boştu.

Atatürk, dinin ve din adamlarının laiklik için bir tehlike olacağını mı düşünüyordu? 

Evet. Hem Atatürk’ün hem de onu takip eden Kemalistlerin “Laiklik elden gidiyor” endişeleri vardır. Kemalist yazar Yakup Kadri, Panorama romanını “Türkiye demokrasiye geçiyor, yobazlar iktidara geliyorlar ve ilericileri kıtır kıtır kesiyorlar” diye bitiyor. Bu bir psikolojiyi gösteriyor.

Bu psikolojiyi kim yarattı? 

Resmî ideoloji yarattı. Kemalist yönetim halk yerine devlet güçlerine dayandı. Böyle olunca da halka şüpheyle bakıldı. Şevket Süreyya, “Kemalist bürokrasi, 1920’lerin ortasından itibaren halktan kopuk bir bürokratik hizip haline geldi” der.

Atatürk döneminde mi bu hale geldi? 

Atatürk döneminde tabii... Muhalefet olmadığı için yönetimde sorumsuzluk ve yolsuzluk almış başını gitmiş. 1926’da Ahmet Ağaoğlu Atatürk’e bir rapor veriyor. “Paşam, partiniz yolsuzluğa battı” diyor. Atatürk halktan ne kadar kopulduğunu görüyor ve muhalif bir fırka kurmaya karar veriyor. “Bunlar yanlış giden işleri söylesinler ve iktidar kendini düzeltsin” diyor. Ama bu muhalefet partisi halkta öyle bir ilgi patlaması yapıyor ki, “rejim elden gidecek” kaygısıyla hemen partiyi kapattırıyor.

Demokrat Parti örneği aslında Atatürk döneminde Serbest Fırka’yla mı yaşanıyor? 

Bu, tarihsel olarak da, kadro olarak da böyledir. Serbest Fırka’nın İzmir il başkanı Adnan Menderes’tir.

Atatürk döneminde komünistler de baskıyla karşılaştı. Atatürk komünizm hakkında ne düşünüyordu? 

Komünizme karşıydı. Atatürk partisinin ideolojisini Kemalizm olarak benimsedi. Atatürk Kemalizm sözünü benimsedi ve kullandı. CHP’nin 1932 programında “partimizin fikriyatı Kamalizmdir” diye yazılıdır. Ses uyumu açısından o dönemde Kamalizm deniyor. Atatürk Kemalistti ve Kemalizm sözü onun döneminde geliştirildi.

Daha sonra komünistleri yakalatacak olan Atatürk, Sovyetler Birliği ile Kurtuluş Savaşı sırasında çok dostane bir ilişki sürdürdü. O dostluğu sürdürürken de mi komünizme karşıydı? 

Kesinlikle karşıydı. Atatürk Sovyetlerle dostluk ilişkilerine her zaman önem verdi ama bu dostluğu Kurtuluş Savaşı sırasında bir ideolojik ittifak gibi pazarladı ve Sovyetlerden yardım aldı. Hatta Moskova’dan para ve silah yardımı almak için 1921‘de komünist Bolşevik eğilimli halk zümresinin programını kendi halkçılık beyannamesi olarak yayınladı. Moskova’dan yardım alınmasaydı, Milli Mücadele belki başarılamazdı. Sakarya Savaşı bittikten sonra Moskova’nın yardımına ve Meclis’teki solculara ihtiyacı kalmadı ve solcular tutuklanmaya başladı. Mustafa Kemal pragmatiktir. Atatürk’ün bir politikacı olduğunu dikkate almak lazım.

Politikacılığı dikkate alındığında ne değişiyor, ortaya ne çıkıyor? 

Mesela Atatürk’ün gazeteciler tarafından çok kullanılan bir sözü daha vardır... “Basın hürriyetinden ortaya çıkacak olan sakıncaların çaresi yine basın hürriyetidir” diye... Oysa Takrir-i Sükûn döneminde basının nasıl yasaklandığını gazeteci Ahmet Emin Yalman anlatır. Atatürk’ün politik şartlara göre söylediği sözler vardır. Bir de içinde bulunduğu şartlara göre yaptığı uygulamalar vardır. Mesela Atatürk ömrü boyunca milliyetçi oldu. Ama şartlara ve dönemlere göre, milliyetçiliğinin içeriği değişti. Bu içerik, zaman içinde Osmanlı milliyetçiliği, daha sonra İslâmi bir milliyetçilik, arkasından daha Anadolucu bir milliyetçilik, onun arkasından da daha Türkçü bir milliyetçilik oldu.

Atatürk döneminde Kürtlerle, dindarlarla, solcularla, demokratlarla liberallerle devletin sorunlar yaşadığı görülüyor. Peki, Atatürk’ün destekçileri kimlerdi? 

Destekçileri ordu, bürokrasi ve o zamanın okumuşlarının ve hatta liberallerinin çok büyük bir bölümüydü. Bir de Cumhuriyet Halk Fırkası’nın tabanındaki esnaf, tüccar ve esnaftı.

Atatürk’ün 1915’teki Ermeni tehciriyle ilgili görüşleri nelerdi? 

Atatürk 1915’teki Ermeni tehcirini savunmadı ama açıkça suçlamadı da. 24 Nisan 1920’de Meclis’te yaptığı konuşmada tehcir için eleştiri anlamında, “fezahat” yani “çok çirkin hadise” dedi. Ama 1921’de İstanbul Hükümeti, “Ermeni hadiselerini suçlayan bir bildiri yayınla” dediğinde, Mustafa Kemal İttihatçıları suçlamayı reddetti. Zira hem ileride başına geçeceği devlet suçlanmış olacaktı. Hem de Milli Mücadele’nin alt yapısını İttihatçılar oluşturuyordu.

Sizce Atatürk’ün yönetimde yaptığı en büyük hata neydi?

En büyük hatası Şeyh Sait İsyanı üzerine çıkarılan bir tür sıkıyönetim kanunu olan Takrir-i Sükûn’dur. Bu kanun sadece isyanın güç kullanılarak bastırılmasını sağlamadı. Muhalefeti ve basını da susturdu. Hükümete yargı yetkilerini tanıyan bu kanun çok sert uygulandı.

Nasıl uygulandı? 

Sonunda tek partili cumhuriyet, eleştirisiz bir cumhuriyet oldu. Çünkü Takrir-i Sükûn dönemi, sorunların ekonomik ve sosyal olarak diyalogla çözülmesini dışlayıp, tek çözüm yöntemi olarak kuvvet kullanma alışkanlığını bu ülkede güçlendirdi. Sonuçta Takrir-i Sükûn Kanunu ve onun İstiklal Mahkemeleri bir gün son buldu ama bu dönemin yarattığı kuvvet kullanarak çözme alışkanlığı bu ülkede hep devam etti. Kazım Karabekir o sırada Meclis’te muhalif milletvekiliydi. Takrir-i Sükûn müzakereleri sırasındaki konuşmasında, “Eğer siz İstiklal Mahkemeleri’ni bir reform vasıtası sanıyorsanız, çok büyük bir hata içindesiniz” dedi.

Takrir-i Sükûn ve İstiklal Mahkemeleri uygulaması bu ülkenin yaşadığı darbelerin, sıkı yönetimlerin, baskıların anası mıdır aslında? 

Elbette.

İstiklal Mahkemeleri çok mu adam idam etti? 

Asker kaçakları hariç bin civarında idam oldu. İstiklal Mahkemeleri’ni en iyi tanımlayan Kemalist yazar Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’dur. Katibi olarak o, İstiklal Mahkemeleri için “tedhiş mahkemeleri” diyor. Yani “şiddet mahkemeleri, devlet terörü mahkemeleri” diyor.

Neden bugün Atatürk’ü bir lider, bir insan gibi göremiyoruz? Neden Atatürk’ü hiçbir şekilde hata yapmayan biri gibi kabul ediyoruz? 

Atatürk doğal bir lider olarak algılanırsa, ya laiklik elden gider, ya ülke bölünür gibi korkular var. Aksine Atatürk doğal bir lider olarak algılanırsa ülke daha normalleşir. O yüzden Atatürk’ü tabu haline getirmek de yanlış, onun gibi milli bir lidere düşmanlık etmek de yanlış. Atatürk’ün farklı dönemlerinde farklı politikalar uyguladığını bir görebilsek... Bu, bize, farklı politikalar uygulamanın Atatürk esprisine aykırı düşmediğini anlatacak ama... Onu tabu haline getirince, “ezelde de böyle, ebediyette de böyle, onu taklit etmekten başka bir yol yok” noktasına geliniyor. O da nedir? Sıkıyönetimdir, yasak-lamadır. Bakın... Eğer Cumhuriyeti Atatürk’ün sözleriyle tanımlarsanız ve cumhuriyetin Atatürk döneminde var olan cumhuriyet olduğuna inanırsanız, cumhuriyetin zamanla liberalleşmesini “yozlaşma, bozulma” gibi görürsünüz. Ama bazıları, tarihin bir evrim, bir değişim çizgisi olduğunu göremiyor. Oysa 1920’lerdeki Atatürk’ün cumhuriyetiyle 1930’lardaki Atatürk’ün cumhuriyeti bile birbirinden farklıdır. 1920’lerde devletçilik yoktu. 1930’larda devletçilik oldu.

Neden özellikle darbeciler ve darbe yanlıları Atatürk’ün adını kullanıyor? 

Siyaset bilimci Metin Heper, “Atatürkçülük, Türkiye’de bir meşruiyet karizmasıdır” diyor. Çünkü Atatürk’e refere edilen her şey meşrulaşıyor. Darbecilerin meşruiyete ihtiyacı var. Atatürk deyince meşrulaşıyorlar.

Neden en Atatürkçü kurum olarak ordu gösteriliyor? 

Birçok sebebi var. Bir, Mustafa Kemal, başkumandan olarak her askerin kendisini silah arkadaşı gibi göreceği bir tarihî figürdür. İki, bütün ordular eğitimlerinde devletlerinin zaferlerini incelerler. Bu, Mustafa Kemal’siz yapılamaz. Üç, Atatürk’ün döneminde ordunun Atatürk’e sadık olmasına bilhassa çok önem verildi. Atatürk’ün üniformalı resimleri, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yayımladığı beyannameler, Atatürk’ün subayların maaşlarıyla özel olarak ilgilenmesi, orduyla Atatürk arasında hem ideoloji hem meslektaşlık anlamında çok kuvvetli bir bağ meydana getirdi.

Atatürkçülük tam olarak ne demek? 

Atatürkçülüğün temelinde, Kemalizm’in bütün tariflerinde şu üç unsur mutlaka vardır. Bunlar, pozitivizm, milliyetçilik ve otoriterliktir. Bilim dediğiniz zaman, Atatürkçülük pozitivisttir. Yurtseverlik dediğiniz zaman, Atatürkçülük milliyetçidir. Bu, geleneklere, dinî duygulara önem veren bir milliyetçilik yerine laik bir milliyetçiliktir. Küreselleşmeye, liboşlara yer vermemek dediğiniz zaman da, Atatürkçülük otoriter bir rejimdir.

Neşe Düzel

Ezanın Türkçeleştirilmesi (Türkçe Ezan, Türkçe Kur'an, Türkçe Namaz ve Tekbir projesi) | Akademi Dergisi

ali eren, ali rıza sağman, atatürk ilke ve inkılapları, fıkıh, mustafa kemal atatürk, sabetayistler, tarih, türkçe ezan, akademi dergisi, Mehmet Fahri Sertkaya,


76 SENE ÖNCE… 29 OCAK 1932

Bilindiği gibi, İslamda imandan sonra ilk emir namaz… Namazın vakitleri, müslümanlara, belli ve belirli lâfızlarla ve yüksek sesle okunan ezanla duyurulur. Bir beldede İslamın ve müslümanların varlığının sembolü ezandır. Ezan öyle bir sembol ki, Müslüman olan bir bölge halkı, ezan okumamakta diretse, İslam hukukçularına göre, başka bir çare yoksa onlara harp ilan edilir...

Allah’a, Allah’ın peygamberine ve âhiret kurtuluşuna çağırdığı için, ezan aynı zamanda İslama bir çağrı ve dâvettir. Bu dâvet, dünyada Müslüman bulunan her yerde devamlı tekrarlanır durur…

Ezan, “bildirmek, duyurmak, çağrı ve ilan” mânâlarına gelir. Ezan okuyana “müezzin” denir.

Ezan kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de Tevbe sûresi 3. âyette “Bildiri” mânâsında, Hacc sûresi 27. âyette de “Îlan” mânâsında geçer. Mâide sûresi 58. âyet ile Cuma sûresi 9. âyette de mânâ olarak ezandan bahsedilir. Müezzin kelimesi de A’raf sûresi 44. âyet ile Yûsuf sûresi 70. âyette “Îlan edici” mânâsında geçmektedir.

Ezan okumak; Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîlere göre müekked (kuvvetli) sünnet. Bâzı Hanefî âlimlerine göre de vâcib. Onun için, “Ezan vâcib derecesinde kuvvetli sünnettir” deniliyor.

Ezan, namaz vakti girdikten sonra okunur. Vakitten önce okunan ezan okunmamış sayılır, tekrar okunması gerekir. Ezanın sözlerinin sırası değiştirilirse yeniden okunması icap eder.

Namaz İslamın Mekke döneminde farz kılındığı halde, ezan henüz meşrû kılınmadığı için müslümanlar Mekke döneminin tamamında ve Medine’de ilk dönemde zaman zaman bir araya gelip namaz vakitlerini beklerlerdi. Namaz vaktini bildirmek için bir müddet “Essalâh! Essalâh!..” diye namaz için çağrıda bulunuldu. Fakat bu kâfi gelmiyor ve başka bir işarete ihtiyaç duyuluyordu…

Başka din mensuplarının yaptıkları gibi boru öttürmek, ateş yakmak veya bayrak asmak gibi teklifleri onlara benzemek olacağından Resûlüllah Efendimiz kabul buyurmadılar…

Ezan, o sıralarda ashabtan Abdullah bin Zeyd’e rüyasında bildiğimiz şekliyle öğretildi. O da rüyasını Peygamberimiz’e anlattı. Hazret-i Ömer (r.a.) aynı rüyayı kendisinin de gördüğünü söyledi. Hazret-i Resûlüllah Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem, Bilâl-i Habeşî Hazretleri’ne, rüyada öğretilen şekilde ezan okumasını emretti. Hz. Bilal yüksek bir evin üstüne çıktı ve ilk olarak sabah ezanı okudu…

Ezan, 75 sene öncesine kadar İslamın yayıldığı her yerde aynı şekilde asırlarca okundu durdu…

EZANIN TÜRKÇELEŞTİRİLMESİ

Osmanlı döneminin son zamanları ve 2. Meşrûtiyeti takip eden yıllarda “Türkçülük ve Dilde Sadeleşme” akımının arkasından, önemli münakaşalara sebep olan “Ezanın Türkçeleşmesi” meselesi ortaya atıldı. Bu fikri 1918’de ilk ortaya atan Ziya Gökalp idi. Gökalp, Osmanlılık idealini taşıdığı dönemde, 1908’de Ezan adlı şiirinde, ezanı “Büyük asrın (asr-ı saadetin) sesi” olarak anıyor ve şu mısralarla övüyordu:

Okunurken ezan, sanır her vicdan

Cebrâildir; gelmiş Bilal ağzından

Bütün İslam âlemine seslenir.

Bu mısraların sahibi Ziya Gökalp, Selânik’e yerleştikten sonra 1918’de yazdığı Yeni Hayat kitabındaki “Vatan” şiirinde 180 derecelik bir dönüş sergiliyor ve şöyle diyordu:

Bir ülke ki câmiinde Türkçe ezan okunur

Köylü anlar mânâsını namazdaki duânın

Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur

Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hudâ’nın

Ey Türk oğlu işte senin orasıdır vatanın

Ziya Gökalp, ezan ve Kur’an’ın Türkçe okunma fikrini Türkçülüğün Esasları kitabında da tekrarladı. Onun bu fikirleri Cumhuriyet döneminde hararetle benimsendi ve 1932’de ezanın Türkçe okunmasına karar verildi. Türkçe ezan ilk defa 29 Ocak 1932’de Fatih Câmii’nde okutturuldu…

Ezanla beraber diğer ibâdetlerin Türkçeleştirilmesi üzerinde duruluyor hedef şöyle belirleniyordu:

Tekbirin, ezanın, kâmetin, salânın, hutbenin ve namazın Türkçeleştirilmesi…

Bu iş için Dolmabahçe sarayında çalışmak üzere Aralık 1931’de 9 hafız görevlendirildi. Bu heyet, tekbir, ezan ve kâmeti konservatuvardan bazı sazların da katılımıyla meşkederek hazırladı.

Diğer 8 hafız “Allâhü Ekber” lafzını “Allah büyüktür” şeklinde, Ali Rıza Sağman ise “Tanrı uludur” şeklinde tercüme etti ve bu tercüme kabul edildi.

Ezanın “Hayye ale’l-felah” cümlesi önce “Haydi kurtuluşa” diye tercüme edilmek istendiyse de vazgeçilip “Haydi felâha” şeklinde okunmasına karar verildi.

Türkçe Kur’an, Türkçe tekbir ve Türkçe kâmet ise 3 Şubat 1932’ye rastlayan Kadir Gecesi’nde, o zaman henüz müze haline getirilmemiş olan Ayasofya Câmii’ndeki mevlidde okunup radyodan da naklen yayınlandı.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da bu uygulamayı kabul etmesi sağlandı. Câmi ve mescid görevlilerine gönderilen tâmimden sonra ezanın Türkçe okunması sıkı bir şekilde takip edildi. Karakol ve jandarma teşkilatının ulaşabildiği her yerde Türkçe ezan okutulmaya başlandı…

Ezanın yeni şeklini benimsemeyenler, bu yeni şekli çocuklara ve bazı meczuplara okutarak pasif direniş gösteriyorlardı. Bazıları da yeni şekli yüksek sesle okuttuktan sonra arkasından kısık sesle eski şekliyle ezan okuyorlardı. Buna engel olmak için câmi içinde, câmi dışında ve minare kapılarında polis ve jandarmalar bekletiliyordu. Bu yasağın kânunî bir dayanağı olmadığı için, uymayanlar böyle polisiye tedbirlerle yıldırılsa da tepkiler bitmiyordu….

Ezanın Türkçe okunmasına ilk büyük tepki 1 Şubat 1933’de Bursa’da oldu. Topal Halil adında halktan biri Ulucâmi’de Arapça ezan okuyunca minare dibinde bekleyen bir sivil polis tarafından tartaklanarak karakola götürülmek istendi. Buna tepki gösteren halk valiliğe yürüdü. Bunun üzerine Bursa müftüsü, savcı ve sulh hâkimi görevden alındı. Hadiseye karışan 19 kişi Çorum Ceza Mahkemesi’nde ağır hapis ve sürgün cezasına çarptırıldı. Diyanet İşleri Reisliği, bütün müftülüklere gönderdiği tâmimle “Görevlilerin ezan ve kâmeti Türkçe okumalarını, buna uymayanların katî ve şedid (şiddetli) şekilde cezalandırılacağını…” bildirdi. Bunun ardından da câmi görevlilerine Arapça salâ vermemeleri emri geldi.

Ezanın Türkçe okunmasına uymayan görevliler, 1941 senesine kadar “Yetkili mercîlerin kamu düzenini sağlamaya yönelik emrine aykırı davranmak” suçundan cezalandırıldılar. Bu cezayla ilgili 526. maddeye daha sonra şu ilave ceza da eklendi:

“Arapça ezan ve kâmet okuyanların üç aya kadar hapis veya on liradan ikiyüz liraya kadar para cezası ile cezalandırılması…”

Her ne kadar öngörülen cezalar böyleyse de uygulamalar daha ağır oluyordu. Gerçek infaz, kanunla belirlenenin üç-dört katına çıkıyordu. Tatbik edilen cezalar içinde dayak ve aylarca akıl hastanelerine kapatma da vardı. Buna rağmen, kâh bir millî maçta, kâh bir sinemada, kâh çeşitli câmilerde, kâh bir vâlinin bulunduğu yerde hatta TBMM dinleyici locasında Arapça ezan okuyanlar oluyordu. Hükümet ise işin peşini bırakmıyordu. Arapça ezan okuyanlara hapis ve para cezaları veriliyor, bir çoğu da akıl hastanelerine sevkediliyordu…

Seneler böyle geçerken, halk 1946 seçimlerinde Demokrat Parti’ye yönelince hükümet bu sıkı politikanın ve yasağın hızını kesmek mecburiyetinde kaldı. Bunun neticesi olarak Diyanet İşleri Reisliği’nin 22 Eylül 1948 tarihli tâmiminde şöyle deniliyordu:

“Mevlidlerde, hatim duâlarında, bayram namazı ile bayram günlerinde okunması gereken tekbirlerin Arapça okunması, Arapça ezan ve Arapça kâmet yasağı içine girmemektedir.” 
1950 seçimlerinden sonra, ezanın Arapça aslıyla okunması yasağının kaldırılması için yoğun bir çalışma başlatıldı. TBMM’ye kanun teklifleri sunuldu. Sonunda ceza kanununun 526. maddesinde değişiklikler yapılarak 16 Haziran 1950’de o senenin Ramazan ayından önce ezanın Arapça okunması serbest bırakıldı.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın müftülüklere gönderdiği bu meseleyle ilgili tâmimde şöyle deniliyordu:

“Ezana mahsus özel lafızlar, ezanın rüknü ve sıhhatinin (doğru olmasının) şartıdır. En doğru şekilde bir tercüme ile de olsa, bu özel lafızlardan başka şekilde okunan ezana itibar yoktur…..” 

Ramazan ayıydı, bayram gelmemişti ama yasağın kalkmasıyla ülkeye adeta bayram gelmişti. Minarelerden yükselen “Allâhü Ekber” sedalarını duyan halk kapı ve pencerelere, balkonlara doluşmuş, sevinçten ağlıyordu. Sabah ezanlarını dinlemek için câmilerin etraflarında toplananlar yeri öpüyorlardı… Birçok kimse kurban kesmişti…

Değerli okuyucular!

Rahmetli annem de kendisinin bu sevinç göz yaşları akıtanlar arasında olduğunu anlatırdı. O zaman Kırıkkale’nin Keskin kazasında bulunuyormuş. Ezan ilk defa “Allâhü Ekber Allâhü Ekber…” diye okunmaya başlayınca, kadınlar evlerin balkon ve pencerelerine koşuşup sevinçten hüngür hüngür ağlamaya başlamışlar. Annem bunu iç çekerek anlatır “O günler bir daha geri gelmesin” derdi…

Son senelerde, ezan ve namazla ilgisi olmayan kimselerden bazı çatlak sesler duyulmakta, bunlar ezanın Türkçe okunması gerektiğini söylemeye kalkışmaktadırlar. Fakat söylemeleriyle seslerinin kesilmesi bir olmaktadır. Siyâsî bir hüviyet taşıyan bu kimseler, bu sözü söyler söylemez siyâsî hayatları sönüvermektedir. Adeta ezan kendilerini çarpmaktadır. Zaten ezan 14 asırdır nicelerini çarpıp durmaktadır. Bundan sonra da elbette çarpacaktır…

Değerli okuyucular! Memleketimizde 1932’de başlayıp 18 sene devam eden Arapça ezan yasağı 29 Ocakta başlamıştı. Bu tarih, dergimizin bu sayısına uygun düştüğünden, yazımızda bu meseleyi ele almış olduk. Bu hususta daha geniş bilgi için, TDV İslam Ansiklopedisi’nin Ezan maddesine ve Cumhuriyet Dönemi Din Devlet İlişkileri isimli esere müracaat edilebilir…

Ali Eren
Gazeteci-Yazar

Atatürk olmasaydı neler olurdu neler... Halimiz çok kötü olurdu... | Akademi Dergisi

atatürk ilke ve inkılapları, atatürk olmasaydı ne olurdu, chp, Cumhuriyet Tarihi, Kurtuluş Savaşı, Lozan Antlaşması, mustafa kemal atatürk, sabetayistler, akademi dergisi, Mehmet Fahri Sertkaya,


ATATÜRK OLMASAYDI NE OLURDU?

İşgal Kaldıralamasaydı, Vatanımızı işgal altında tutan düşmanlar neler yapardı, yapmak isterdi?

1- Siyasi gücüde içinde bulunduran hilafeti derhal kaldırırlardı.

2- Hemen eğitime müdahale eder, gençliğin tarihlerini unutmaları için harf devrimi yaparlar, ülkenin alfabesini kendi harfleri olan Latin- Grek harfleri yaparlardı.

3- Ülkemizin kendi takvimi olan hicri takvimi ortadan kaldırıp bir kilise takvimi olan Gregoryan takvimi olan Miladi Takvimini yürürlüğe koyarlardı.

4. Ülkemizin içinde var olan Kur'an esaslı yasaları kaldırır, onun yerine batının çeşitli yerlerinden ithal hukuk yasalarını bu ülkeye zorla dayatırlardı.

(Medeni Kanunumuzu İSVİÇRE'den, Ticaret kanunumuzu ALMANYA' dan,Ceza Kanunlarımızı İTALYA' dan alırken, sayı numaralarına kadar sadık kaldığımızı biliyor muydunuz?)

5- Kılık kıyafet devrimi yapıp, her türlü kültürel asimilasyonla, ülkedeki insanları "Batının" olan kendi giyim kuşamlarına zorlar, ve bu kurallara uymayanları asarlardı, keserlerdi, idam ederlerdi.

6- Ölçü ve tartılarımıza varana kadar her şeyi değiştirirlerdi.

7- Her köşeye sömürünün diğer adı olan faiz kurumlarını "Bankaları" koyarlardı. ( Hatta Hindistan müslümanlarının bu işgalden kurtulun yine dünya müslümanlarına ağabeylik yapın diye gönderdiği paralarla da İŞ BANKASINI kurarlardı..)

8- Tatili cumadan pazara alırlardı. İş saatlerini ve eğitim saatlerini kendi "dini" tatil günlerine göre ayarlarlardı. (Allah Kur'an da Müslümanlara Cuma gününü tatil yapmış ya o yüzden İngiliz ve Yunanlılar bunu zevkle yaparlardı herhalde?)

9- Camileri ellerine geçirip oraya namaz kıldırma memurları koyup islamı değilde istedikleri dini, islam diye halka yuttururlardı.

(Bunun için de "Kuran' ı anla ey millet" maskesi altında, Kuranı Türkçeye tercüme ettirirler, kafalarıdan yorumlar yaparlardı ve bu şekilde TEFSİR ilmini, arz üzerinden kaldırmış olurlardı)

10- Bu ülkede güzellik yarışmaları düzenletirler, halkı ahlaki olarak yıkmak için, bu ülkenin kızlarının güzelliklerini kullanmanın ve faydalanmanın yollarını aratırlardı.

11. Kendi gibi olmayanları "Uygarlık Dışı" barbar ilan eder. Sokaklarda ve kamu kurumlarda, okullar'da, baş örtüsünü yasaklarlardı. (dedik ya; Allah Kuran da müslümanlara ne emretti ise tersini yaparlardı. Değil mi tesettür de kuran da emredilmiş?)

12- Dini devlet eliyle hutbelerden kullanıp, buna hayır diyenleri köktenci diye yaftalarlardı.

13- İslami eğitim kurumlarının hepsini kapatıp, onların yerine kendi ideolojilerini yansıtan eğitim kurumlarını bu ülkeye enjekte ederlerdi.

14- Genelevleri açıp birileri kapatmasın diye İçişleri bakanlığına bağlarlardı.(Hem iyide vergi getirirdi ha.. Böyle bir pisliğin önünü açmışsın, sürüm de çok olurdu, ciro da?)

15- Ankaradaki Osmanlı arşivlerini yakarlardı, yıkarlardı, ulaşımı yasaklarlardı, ve bu arşivleri kendi başkentlerine getirirlerdi 

16- Birçok etnik unsuru içinde barındıran Osmanlının içten içe kendisini eritmesi ve birbirine düşmesi için "Ulus Devlet" fikrini yürürlüğe koyar, herkesi kendi alfabelerini kullanmaya, kendi dillerini kullanmaya zorlarlardı. Bu yolla yıllarca kardeş yaşayan halkları, Kürt'ü-Türk'ü-Laz'ı birbirine düşürürlerdi.

17- Her alanı Allah'tan bağımsızlaştırırlar, Allah'ın emirlerinin etkisini her alandan kaldırmaya yürürler, insanlara Allah yokmuş gibi düşünmeyi öğretirlerdi.

18- Dizileriyle, filimleri ile , İslam'ı kötülerler insanları müslüman kardeşlerinden ve tarihlerinden utanacak hale düşürürlerdi.

19- Yılbaşı,çam ağacı gibi hristiyan geleneklerini bu ülkeye enjekte eder, Yunanlı mitolojij tanrıcıkların günlerini bu ülkeye propoganda ve reklam ederlerdi, (Sevgililer Günü Vb.)

20- Açık açık kürsülerden Allah'ı inkar eden propagandalar ve konuşmalar yaparlardı.Bunlar aklımıza ilk olarak gelenler . 

Ama şunlarda olabilirdi diyebilirsiniz.

1- Herkesi öldürürlerdi, diyebilirsiniz ama kapitalist akıl böyle çalışmaz. Mal sattığı ticaret yaptığı gelir kazandığı, emeğini sömürdüğü insanları kimse öldürmek istemez. Onları öldürmek, gelir kapısını kapatmak olur. Kapitalistler ve emperyalistler için insanların ölüsü para etmez.

2- Kızlarımıza ve hanımlarımıza tecavüz ederlerdi, anababası belli olmayan "p.." diye nitelendirilen nesiller doğardı diyebilirsiniz. Kızlarımız genel evlerde turistlere pazarlanıyor. Ama bunlar zaten Antalya'da Bodrum'da gönüllü olarak oluyor. Artık bunları dizilere kadar her yerde ayan beyan yapıyorlar. Bazı bölgelerde "Fuhuş" sokaklara kadar indi. Annesi ve babası belli olmayan bir nesil yetişiyor.Biz bu tarihe kadar "Bakire" kız ve "Bakir" damatlarla övündük! Elhamdülillah bunlar nadirde olmadı. Ama bu gidişin açılan bu çığırın nereye gittiğini ve bundan sonraki senelerde durumun nasıl olacağını siz düşünün?

3- Camileri yıkarlardı diyebilirsiniz, "EVET" yapabilirlermiydi bilmiyorum ama en azından yıkılan camilerin içinde ölürdük , özgür düşünceyi yasaklarlardı derseniz yakın birkaç on sene öncesine bakmanız yeterli, Bizi bilim ve teknooljide bir adım attırmazlardı diyebilirsiniz. Zaten bu ülkede Bilim ve Teknoloji adına ne yapılsa ya öldürülüyor yada beyin göçü yoluyla sömürülüyor.(Aselsan Mühendisleri- Dış ülkelere kaçan genç beyinler)

4- Doğal kaynaklarıımız sömürürlerdi diyebilirsiniz. Zaten savaş sonrası gizli anlaşmalarla şu anda doğal kaynaklarımızı kullanamıyoruz. Ülkemiz her sloganda "doğal kaynakları çok zengin bir ülke" ama kimsenin faydalanamadığı doğal kaynaklar!

Atatürk dini kullandı. Mustafa ismini sevmezdi. | Akademi Dergisi

akademi dergisi, atatürk, atatürk sabetayist miydi?, gerçek tarih, kripto yahudiler, Kurtuluş Savaşı, Mehmet Fahri Sertkaya, mehmet ö. alkan, mustafa kemal atatürk, neşe düzel, sabetayistler,


Taraf gazetesinden Neşe Düzel’in İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Tarih Ana Bilim Dalı Başkanı olan tarihçi Mehmet Ö. Alkan ile yaptığı röportajdan:

NEŞE DÜZEL: Birinci Meclis dualarla açılıyor. Atatürk neden Birinci Meclis’i camide dualar ederek açtı?

MEHMET Ö. ALKAN: Cuma namazından sonra, dualarla açıldı Meclis. Zaten 1925′e dek Mustafa Kemal’in konuşmalarında hep İslam yer alır. Çünkü din, aynı zamanda iktidarı meşrulaştırmanın çok iyi bir aracıdır. Şu unutulmamalı, Mustafa Kemal çok iyi bir siyasetçi. Toplumun Osmanlı’dan beri dinî söyleme çok alışık olduğunu biliyor. Oysa o, Mustafa isminden de hoşlanmıyor.

NEŞE DÜZEL: Neden hoşlanmıyor?

MEHMET Ö. ALKAN: Peygamber’in ismi de Mustafa aynı zamanda. Muhammed Mustafa

Mustafa Kemal’in en erken aktardığı, hepimizin bildiği bir anısı vardır. Öğretmeni, “Senin adın Mustafa, benim adım Mustafa, bundan sonra senin adın Mustafa Kemal olsun” der. Sizce bir öğretmenin verdiği isim kayıtlara nasıl geçer? O, bu ismi, M. Kemal olarak Harbiye’den itibaren kullanmaya başlıyor. Çünkü Mustafa ailesinin verdiği isim. Gazi Paşa ise ikinci kez evlendiği için anneye tepkili. Askerî okulda yatılı okuyor. Ve Milli Mücadele’ye kadar ismini M. Kemal diye kullanıyor. Ama Milli Mücadele’yle birlikte ismini “Mustafa” Kemal olarak kullanmaya başlıyor.

NEŞE DÜZEL: Niye?

MEHMET Ö. ALKAN: Milli Mücadele’ye İslami bir destek ve meşrulaştırma arandığı çok açık. Milli Mücadele’nin en baştan beri tezi, bunun kısmen dinî bir savaş olduğudur. İlk baştan itibaren, “Biz Hilafet’i, Saltanat’ı ve Başkent’i kurtaracağız” denmiştir.(…)

Gazi Paşa’nın, Milli Mücadele döneminde Mustafa Kemal ismini kullanmasına tekrar dönersek…

Bunu yaparak, toplumun din hassasiyetini dikkate alıyor. Daha sonra nüfus kâğıdında ise “Mustafa ismini atıyor” artık Kemal Atatürk oluyor.

NEŞE DÜZEL: Peki, Atatürk ismini ona kim veriyor?

MEHMET Ö. ALKAN: Atatürk ismini de kendisi seçiyor. “Ona, Atatürk ismini Meclis verdi” denir. Bu teknik olarak doğrudur ama Çankaya’daki sofraya soyadı Türk atası mı olsun yoksa Atatürk mü olsun önerisini kendisi getiriyor. “Atatürk olsun” diyorlar ve durumdan vazife çıkartılıp bu bir kanun haline getiriliyor.

KAYNAK: Taraf Gazetesi, 16 Kasım 2011.

Sabetayistler aslında Türkleri Laik değil Hristiyan yapacaklardı. | Akademi Dergisi

ali fethi okyar, atatürk sabetayist miydi?, Cumhuriyet Tarihi, kazım karabekir, kripto yahudiler, mustafa kemal atatürk, sabetayistler, tevfik rüştü aras, akademi dergisi, Mehmet Fahri Sertkaya,

Kâzım Karabekir – Nasıl Hıristiyan olacaktık?

Kazım Karabekir, 1923 senesinde mecliste yaşanan olayı şöyle anlatıyor:

[Köşeli Parantez içindekiler Akademi Dergisi tarafından eklenmiştir.]

Tevfik Rüştü [Aras] bey konuşuyordu:

[Tevfik Rüştü Aras, Sabetayist Mustafa Kemal Atatürk'ün Dışişleri Bakanıydı ve Sabetayistti. Sabetayist Adnan Menderes, Aras'lara damat olmuştu.]

➥ “Ben kanaatimi millet kürsüsünden de haykırırım.. Kimseden korkmam.. Teşkilâtı Esasiyemizde dinimiz apaçık yazılmalıdır..” diyordu.

Ben söz aldım ve sordum:

➥ “Teşkilâtı Esasiyede dinimizin İslâm olduğu yazılıdır. Tevfik Rüştü bey? Hangi kanaati haykıracaksın? Teşkilâtı Esasiye’ye hangi dini yazdıracaksın?…
Hıristiyanlığı mı?

Mahmut Esat [Bozkurt] Bey söz aldı ve sertçe cevap verdi:

➥ “Evet Hıristiyanlığı… Çünkü islâmlık terakkiye (ilerlemeye) manidir. Bu dinle yürünmez mahvoluruz. Ve bize kimse de ehemmiyeti vermez..” dedi.

Ben söz alarak dedim ki:

➥ “İslâmlığın terakkiye mani olduğu Avrupalıların uydurmasıdır. Bu meseleyi istediğiniz kadar münakaşa edebiliriz. Fakat münakaşaya tahammülü olmayan bir mesele varsa, din değiştirme gayretidir. Netice İslâm kalırsak mahvolmayız, fakat din değiştirme oyunuyla bizi, kolay mahvedebilirler…”

Fethi [Okyar ki o da bir Sabetayistti.] Bey söz alarak… Bana gayet sert, katı cevap verdi:

➥ “Evet Karabekir… Türkler İslâmlığı kabul ettiklerinden böyle kaldılar. Ve İslâm kaldıkça da bu halde kalmaya mahkumdurlar… Bunun için islâm kalmayacağız..” dedi.

Ben de aynı sertlikle şu cevabı verdim:

➥ “Fethi bey bu yabancı fikri şiddetle red ederim… Ben İddia ediyorum ki Türk milleti ne Hıristiyan olur, ne de dinsiz kalır. Hakikat budur… Bir milletin asırlardan beri, en mukaddes duygularını bir hamlede atabileceğine inanışınız objektif bir görüş değil, hayalinizdir. Böyle bir harekete cüret, memlekette kanlı bir istibdat ile başlar ve İstiklal Harbinin birliğini de birbirine katar. Nasıl bitebileceğini de söyleyebilirim. Düşmanlarından kanı pahasına İstiklalini kurtaran Türk milleti, hürriyetini kendi evlatlarına boğdurmayacak.. Buna cüret edeceklerin de hakkından gelecektir Fethi Bey…”

Mustafa Kemâl Paşa’ya hitaben sözlerime şöyle devam ettim:

➥ “-Paşam, maddî cephemiz zaten zayıftır, güvenebileceğimiz manevî cephemizi de düşmanlarımızın yaldızlı propagandasına kurban edersek, dayanabileceğimiz ne kalır? Bizi silah kuvvetiyle parçalayamayan düşmanlarımız, görüyorum ki, bizi fikir kuvvetiyle mahvedecekler. Buna müsaade edecek misiniz? Siz ki millete karşı, bizi bu hale getiren belânın istibdat olduğunu, zaferden sonra milletin tamamiyle iradesine sahip olarak yürüyeceğini millet kürsüsünden dahi defalarca haykırdınız. Millet Meclisini tekbirler, selatlar arasında açtınız. İslâmlığın en yüksek bir din olduğunu hutbelerle ilân ettiniz. Hepimiz aynı iman ve kanaatla aynı yolda yürüdük. Şimdi ne yüzle ve ne hakla bir kanlı maceraya atılacağız…” dedim.

Mustafa Kemâl Paşa sözümü burada keserek dedi ki:

➥ “Müzakereler çok hararetlendi., burada kesiyorum”…[1]

[Sabetayislik hakkında ve bu şahısların Sabetayistliği hakkında geniş bilgi için: www.AkademiDergisi.com ]

Karabekir’in yazdıklarının doğruluğunu, M. Kemal Atatürk’ün yakın çalışma arkadaşlarından ve bizzat Karabekir ile tartışan Mahmud Esad Bozkurt’un kitabından teyid ettirelim.

Mahmud Esad Bozkurt bu hadiseyle ilgili:

➥ “Hiç unutmam, İkinci Teşkilâtı Esasiye (anayasa) projesi vekillerden ve milletvekillerinden kurulu özel bir kurum tarafından Atatürk’ün başkanlığında Ankara istasyonundaki Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü binasında konuşulurken, dinle ilgili maddelerin projeden çıkarılmasını ben teklif etmiştim.” dedikten sonra Kâzım Karabekir’in karşı çıkışını şöyle ifade ediyor:

“General Karabekir, fikirlerime asabiyetle hücum etti.”[2]

**********
KAYNAKLAR:

[1] Kâzım Karabekir, Yeni İstanbul gazetesi, 1970.

Ayrıca bakınız;

- Sebil Dergisi, 20 Ocak 1976, Sayı:1

- Kâzım Karabekir, Paşaların Kavgası, Istanbul 1995, sayfa 142 ve devamı.

- Kâzım Karabekir Anlatıyor, Yayına Hazırlayan: Uğur Mumcu, Tekin Yayınevi, Ankara 1993, sayfa 86, 87.

- “Kâzım Karabekir Anlatıyor” başlıklı yazı dizisi 10-29 Haziran 1990 günleri arasında Cumhuriyet Gazetesi’nde de yayınlanmıştır.

[2] Mahmud Esad Bozkurt, Atatürk ihtilali, İstanbul 1940, sayfa 137.

Not: Kapak fotoğrafı orijinaldir ve fotomontaj yapılmamıştır.

Atatürk bir İngiliz Sefirini Türkiye'ye reis mi yapacaktı? Ya da kim kimi reis yapıyordu? | Akademi Dergisi

akademi dergisi, atatürk, ingiliz ajanı mustafa kemal atatürk, ismet inönü, kripto yahudiler, martin gilbert, masonluk, Mehmet Fahri Sertkaya, mustafa kemal atatürk, sabetayistler, yahudilik,

Aşağıda okuyacaklarınız “The Sunday Times (London)” isimli ingiliz gazetesinin 11 şubat 1968 tarihli nüshasında Martin Gilbert tarafından neşredilen “How Our Man Declined To Rule Turkey” isimli makalenin Türkçe tercümesidir.



Makalenin Türkçe çevirisi:

Kasım 1938 Türkiye’nin şefi Kemal Atatürk’ün vefat ettiği tarihtir. O, 15 senelik katı diktatörlüğü döneminde Türkiye’yi, halkı istemediği halde cebir ile Garb medeniyetine götürmeye çalışmıştı. O, sarık ve çarşafı men etmiş, İslam’ın kuvvet ve kudretini kırmış, hatta latin alfabesini bile kabul ettirmişti.

Atatürk’ün vefat döşeğinde, üzerinde en fazla tefekkür ettiği mesele; kendisinden sonra programını tatbik edebilecek birisini bulup yerine geçirip geçiremeyeceği hususuydu.

Bunun için zamanın İngiliz sefiri (Büyükelçisi) Sir Percy Loraine‘i İstanbul’daki Dolmabahçe Sarayı’na çağırdı. İkisi arasında geçen mülakatlar yaklaşık olarak otuz (30) sene gizli kaldı. Gizli mülakatlar ilk olarak Piers Dixon’un babası (Sir Percy Loraine) hakkında hazırladığı “Double Diplomat” (Çifte Diplomat) isimli kitabında yer aldı ve daha sonra da “Hutchinson Yayınevi” tarafından neşredildi.

Piers Dixon’un dökümanları arasında Sir Percy Loraine tarafından zamanın İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Halifax’a gönderilmiş bir telgraf da vardı. Telgraf İngiliz tarihinin en mühim senetlerinden birisi idi. Loraine, vefat döşeğinde olan diktatörle yaptığı bu mülakâtı çok enteresan olarak nitelendiriyordu.

Bu vesikada Loraine, Lord Halifax’a şunları yazıyordu:

➥ “… Huzuruna vardığımda ekselanslarını yastıklara yaslanmış vaziyette, iki tabib ile, hemşirenin tedavisi altında gördüm. Ben girdiğimde, Reis (Mustafa Kemal), hizmetinde bulunanların ve hemşirelerin dışarı çıkmalarını istedi ve ihtiyaç anında kendilerini çağırabileceğini ifade etdi. Ondan sonra, ekselansları benimle yavaş yavaş, fakat dikkatlice konuşmaya ibtida etdi. Beni hiç bir zaman bana layık olmayan makamda görmek istemediğini, “Beni daima en layık makamlarda görmek istediğini” ve beni buraya onun için çağırdığını söyledi. Hakkımda arzuladıklarını gerçekleştirmem için çok ricada bulundu.

Kendisine müsbet bir cevab vermemi taleb ediyordu.

Şüphesiz ben geçmişte onunla bir arada çok bulundum ve çok mulâkatlar yaptım. Fakat bu, son mulâkatım olabilirdi. O, uzun ve mâcerâlı hayatı boyunca beraber çalıştığı arkadaşlarından bir çoğunu (kendisinden uzaklaştırarak) kaybetmiş ve yapılan tavsiyelerin bir çoğunu da reddetmişti. Sadece benim dostluğuma ve nasihatlarıma güveniyor ve bu dostluğun pekişmesine ehemmiyet veriyordu. Ben sanki Türkiye’nin başbakanıymışım gibi, benimle çok sade ve serbest bir vaziyetde meşveret ediyordu. Onun bir reis olarak vefatından evvel, kendi makamı için birisini takdim etme selahiyeti vardı. Onun en büyük arzusu kendisinden sonra “Türkiye’nin Reisi” olarak onun vazifesini üzerime almam idi. Teklifi karşısında benim nasıl bir cevab vereceğimi bir an evvel bilmek istiyordu. Mütefekkirane bir sessizlikle geçen bir anlık bekleyişden sonra ekselanslarına (Mustafa Kemal’e) “Bütün taleb ve duygularımı kelimelerle izah etmeye yetkili değilim!” şeklinde cevab verdim. Hakikaten o anda çok şaşırmış bir vaziyetde tefekkür ediyordum; hatırladığım kadarı ile yapmış olduğum mulâkatların hiç birisinde bu kadar derin tefekkür edecek derecede bir mülâkatla karşılaşmamıştım.

Ekselansları (Mustafa Kemal) yaptığı bu teklif ile sadece benzeri görülmemiş bir ikramda bulunmakla kalmıyor, aynı zamanda majestelerinin (İngiliz kralının) hükümetine olan bağlılığını da izhar ediyordu. Ekselansları benim ömrümün büyük bir kısmını majestenin hükümetinin hizmetinde geçirmiş olduğumu biliyordu. Ben halihazırdaki işimde bir kaç sene daha çalışmayı ümit ediyordum. Ekselansları ise, şimdi benden kesin bir cevab taleb etmekteydi.

Kendilerine şu cevabı verdim:

➥ “İdarî işleri iyi yapıp yapamıyacağımdan şüphe ediyorum. Türkiye’nin Reisicumhurluğu’nu yüklenmek mesuliyeti ile İngiltere Sefirliği arasında çok büyük fark vardır. Tecrübe ve kabiliyetlerimin, ancak elimdeki işi yürütmek için aranan imtiyazlar olduğunu biliyor; bunun için kesin bir şekilde ve üzülerek teklifinizi kabul edemediğimi bildiriyorum!”

Ben konuşmamı bitirdikten sonra ekselansları (Mustafa Kemal) çok heyecanlandı ve yatağına tekrar gömüldü, hizmetinde bulunan hemşireleri çağırdı (ve derin bir uykuya daldı.) Ekselansları ikinci defa konuşmaya ibtida edebildiğinde kendisine bildirdiğim kararda müessir olan hususları idrak ettiğini söyledi. Durumu henüz verdiğim cevabdan çok üzüldüğünü söyleyebilecek kadar iyi idi. Benden başka bir cevab alamayacağını idrak edince “Reislik” için İsmet İnönü’yü tavsiye etti. Atatürk sonra dirseklerine dayanarak doğrulmaya çalıştı ve ellerimi sıktı, gelecekte de Britanya ve Türkiye ilişkilerinde faal roller oynayacağımı belirterek teşekkür etti ve kendinden tekrar geçti.

Bu teklifi reddedişimin isabetli bir karar olduğunu düşünüyorum. Şayed yapmış olduğum teşebbüslere dair ekselanslarından te’vidli bir mesaj alabilirsem pek müteşekkir ve mesrur olurum.

Lütfen Kral’a da bildiriniz!..”

Martin Gilbert
The Sunday Times (London), 11 Şubat 1968, sayfa 8. 




Makalenin aslı:

Source: The Sunday Times (London), February 11, 1968, page: 8

DIPLOMATIC HISTORY

Martin Gilbert

HOW OUR MAN DECLINED TO RULE TURKEY

In November 1938 Kemal Ataturk, President of Turkey, lay dying. During the 15 years of his stern dictatorship, he had dragged a reluctant Turkey forcibly into the 20th century. He had outlawed the fez and the veil. He had broken the powers of Islam. He had introduced the Latin alphabet.

Now, on his deathbed, Ataturk feared it would be impossible to find a successor able to continue his work. He summoned Sir Percy Loraine, the British Ambassador, to the presidential palace in Istanbul. What passed between them has remained secret for nearly 30 years. It is revealed for the first time by Piers Dixon, in his life of his father, Sir Pierson Dixon (“Double Diploma,” to be published by Hutchinson this week). Among Pierson Dixon’s papers was a telegram from Percy Loraine to the Foreign Secretary, Lord Halifax. In what is surely one of the strangest of all documents of recent British history, Loraine recounts his bizarre interview with the dying dictator:

➥ ” On my arrival … I found His Excellency propped up by pillows with two doctors and two nurses in attendance… On my entry the President dismissed the doctors and the nurses, telling them curtly that he would ring if he required anything …

His Excellency then spoke to me slowly but carefully. He said that he had sent for me because, while he wished in no way to place me in an unfair position, he had an urgent request to make of me to which he hoped I would return a straight reply.

I would, no doubt recall the many interviews that I had had with him in the past. This might well be the last. In the course of a long and adventurous career, he had made and lost many friends and had taken and discarded much advice. My friendship and my advice was the one which he valued most because it had been the most consistent. It was for this reason that on various occasions . . . he had consulted me as freely as though I had been a Turkish Cabinet Minister myself.

It was his prerogative as President of the Republic to nominate a successor before his demise. His most earnest wish was that I should succeed him as President, and for this reason he wished to know what my reactions would be to this proposal.

After some minutes of silent reaction I told His Excellency in reply that I was quite unable to formulate any words which adequately expressed my feelings. Indeed, I was at that moment more deeply moved than I could ever remember being at any other time in my career.

By his proposal His Excellency had paid a unique compliment not only to me personally but also to the foreign policy of His Majesty’s Government… His Excellency would realize that I had spent the greater part of my life in the service of H M (His Majesty’s, HD)… I hoped that I might have many years of such service still in front of me. His Excellency had asked for a straight answer and I would give him that answer. I gravely doubted whether my best qualities lay in the administrative sphere. The responsibilities of a President of the Turkish Republic were vastly different from those of a British Ambassador and I felt that my abilities and experience were best employed by continuing in the latter capacity… I must therefore regretfully but firmly decline.

When I had finished speaking the President showed signs of great emotion. He sank back on the pillows and rang for his nurses, who administered a restorative. When he was able to speak again His Excellency informed me he fully understood the reasons which had influenced my decision; he was good enough to say that, though bitterly disappointed, it was in a sense the reply he would have expected from me. He would therefore nominate Ismet Inonu in my place.

Ataturk then raised himself on his elbows and grasped my hand. He thanked me for what I had done for the furtherance of Anglo-Turkish friendship and then sank back in an unconscious state. I accordingly deemed it best to withdraw. I shall be most grateful if I can receive from your Lordship a message of approval of the action which I have taken.

Please inform the King.